Bir ay ışığı yetecek teninin çıplaklığına. İlk yağmur damlasında üzerimize çökecek şehrin tüm zabıt katipleri. Yazdıklarımı değil yazdıklarını okuyacağız bir mahkeme salonunda. Anlatamayacağım derdimi biliyorum. Yıldızları izlemekti niyetimiz desek ne olacak ki, manzaranın tenin olduğunu sanacak tüm savcı vekilleri. Haksız da sayılmazlar aslında değil mi? Neye niyet neye kısmet desem biliyorum 6 yıldan başlayacak güzelliğin. İtiraz ediyorum yağmur bastırdı diyeceksin hemen yanı başımda. Dudağımın hemen kenarından çıkan çizgiyi gizleyemeyeceğim. Onun bir suçu yok desem, gömleğim senin üstündeydi nasıl anlatacağım güzelliğini örtbas ettiğimi. O saatte, parkta ne işiniz vardı diyecek ülkemin ileri gelenleri. Elimizde şarap şişeleri. O manzarayı, ben manzaramı seyretmekti niyetimiz, toplumun ahlak kurallarından bi haberiz hakim bey keşke haber verseydiniz desem? Sen de gülerdin biliyorum. O kısa gece gibi izlemekteyim seni. Hadi savunsun şimdi bizi tüm stajyer avukatlar. Çıkarsınlar aklımdan seni.
Genel
Tasvir…
Yalnızlık nedir diye sormuştu birileri. Bir çocuğun küçük avuçlarında biriken misketler topluluğuydu yalnızlık, kırmızı plastik bir topun koltuk altında beklemesiydi. Yalnızlık bir tercih meselesi mi diye fısıldaşmalar oldu birilerinin aralarında. Çocuğun avuçlarından misketler döküldü, küçük bir tekme attı kırmızı plastik topa, geri gelmesini beklemedi. Peki dedi içlerinden en çelimsiz olanı, ne zamana kadar sürecek ki dedi. Saçılan misketlere baktık hep beraber, birbirinden güzel hiç eskimemiş renkler. Adım adım yürümüştü çocuk, ne gözü topa, ne de misketlere. Yalnızlık, yürümekti konuşmadan, başını hiç kaldırmadan. Sonsuzluk, yalnızlığa eş değer miydi? Çocuk büyümüştü bunca soruların ardından, henüz kaldırım taşları icat edilmemişti. Avuç içleri gibi terliydi seyrek bıyıkları. Boş ceplerinde elleri, teneke kola kutusunu mahalle mahalle tekmelemekti. Değmez miydi bu sokak ışıklarından düşen kar tanelerini seyretmeye. Yetenek diyebilir miyiz dedi çelimsiz. Düşen kar tanesinden gözünü almadan cevapladı çocuk, yalnızlık düşünmekti, düşlemekti tüm olabilecekleri, ülkenin her bir yerini hayal etmekti, sıcak bir iklim de bir elin parmağını geçmeyecek hayalperestlerdi, hiç açılamadığı kadına, hatırlayamayacağı şiirler söylemekti, notası belli olmayan şarkılar mırıldanmaktı. Yalnızlık büyük adamların işiydi, oysa yaşı henüz çocuktu. Kırmızının yanmasına yakın, son kar tanesine uzak.
Tını…
Hayır istemiyorum , çalmayacağım o şarkıyı. Sonra masamızda belirecek üç beş isli peynir. Hafiften saçlarımız ıslanacak. Biraz rüzgar dindirecek yangınımızı. Yeniden aşık olmak zorunda kalacağız ve suçu şarkıya atacağız. Lütfen hayır, bir daha okumayacağım o şiiri. Sonra masamıza gelecek hiç beklemediğimiz bir garson, elinde kırmızı şarabı. Üstümüzden sarıya çalacak tüm sokak ışıkları. Bir kaç yaprak düşecek saçlarına doğru, ellerim saçlarına gidecek ve durduk yere dans edeceğiz. Ağacın bir günahı yok. Yapma lütfen almayacağım elime kalemi, yazmayacağım o küçük tahta masada geçen hikayeyi. Hiç yoktan yanmış bir dal sigara belirecek iki parmağımın arasında. Bir duman sana verirken, parmağım dudağına değecek. Büyüsüne kapılacağız yine, rujunun rengini alacak dudaklarım. Çalmadığım için isli peynir tabağı boş, okumadığım için garson gitti. Dudaklarım da rujun, geride eksik bir hikaye…
Tango ||
Kulağımda garip İtalyanca bir ses döngüsü. Farklı markaları ardı sıra söylüyormuş gibi. “È una giornata particolare, Si inizia con un buon caffè l’amore in città, E ce un profumo di donne.” Küçük balkonun bordo renkli tentesine düşen yağmur damlalarını duyabiliyorum. Farklı bir şehirdeyim ya da farklı bir ülke bilmiyorum. Tamam kendimi geçtim de sizi kim getirdi buraya. Bu küçük butik otele. Bir saniye, telefon mu o çalan. Ahizeye dokunmayalı yıllar geçmiş, hem de kırmızı. Sizce açmalı mıyım? Hiçbir şey hatırlamıyorum, biraz hatırlasam anlatabilirdim olanları. Konuşmayacak mısınız? Sizi kim getirdi? Susmayacak bu telefon. “Buongiorno signore”. Bakma öyle, bildiğim tek şey İtalyanca olduğu. Üşümüyor musunuz siz, bu siyah derin yırtmacı olan elbisenin içinde. Pencereyi açsam iyi olacak, biraz hava girsin içeri. Görebildiğim tek şey deniz. Neredeyiz dersiniz? Yoksa beni kaçıran siz misiniz? Hatırladığım tek şey gece 2 sularında sokak sanatçılarını olduğu bir sokakta onları görmediğim bir köşede sessizce dinlediğim. Sonrası bir topuklu ayakkabı sesi, 29 adım ve sonrası sessizlik. Bir dakika, bu çiçeksi koku çok tanıdık. Sizi tanıyor muyum? Adınızı öğreneb, “Sofia”…
Yazı…
Okunmayacak yazılar yazıyorum ben. Koca bir şehri tütsülemek gibi. Belki biraz yasemen kokar, belki zamansız bir çiçek filizlenir. Üstün körü kelimeler karalıyorum defterime. Bir şişenin içinde okyanusun ortasında takılı kalmış gibi. Belki küçük bir deniz atı sırtlar, belki de bir kağıt gemi demir atar mantarına. Kayda değmez cümleler bırakıyorum sahilin en yalnız bankına. Bir tene merhem olacak gibi. Belki bir yaraya, belki de bir manzaraya. Okuması devrik hikayeler karalıyorum, okunmuş bir kitabın okunmamış sarı sayfasına. Gökkuşağının altında kalmış gibi. Belki bir karlı gecede, belki de hazinesi yok. Küçük bir örgüt kuruyorum yazdıklarımla. Kimse kimseyi görmemiş ama 40 yıllık dostlar gibi. Belki birikiyor belki de eksiltiyor yazılanlar. Uyandırmalılar bizi artık, belki güzel bir sabaha belki de okunmayacak bir yazıya…
Alzheimer…
Affedersiniz bayım, hangi şarkıda geçiyordu isminiz? Sizi bir yerlerden anımsıyor olmalıyım, yoksa nasıl olurda gelişi güzel aklımı ziyaret edebilirsiniz. Yoksa bir şiir de mi demeliydim? Neden susuyorsunuz? Dün siz değil miydiniz rüyamı ziyaret eden? Aslında çok da cüretkardı elleriniz, bileğimden omuzuma doğru ufak ufak dokunurken. Durun hemen söylemeyin, ben bulmak istiyorum sizi. Bir caddeye mi verilmişti isminiz? Hani sağı solu söğüt ağaçları, bastığımız yerler parke taşları, yolun sonu size çıkan. Sahi yüzümdeki tebessümün sahibi siz değil miydiniz? Nasıl da cezbetmiştiniz omuzuma düşen saçlarımı. Lütfen sabredin bulacağım suretinizi. Hangi kitabın kahramanıydınız? İlkinde bilemeyip ikinci de mi bilmeliyiz? Sayfaların arasında saklanmıştınız hatırlıyorum. Bir iki süslü cümleler kurmuştunuz ikindi güneşi gözlerime doğru meyletmişken. Aklımı yitireceğim hangi ıslıkta geçiyordu melodileriniz. İnce uzun parmaklarınızla bir plağa dokunmuştunuz. Affedersiniz bayım peki siz? Beni hatırlıyor musunuz?
Hırka…
Geldin mi sen şimdi? Buralarda bir yerlerde mi siluetin? Eğer öyleyse odamla beraber kendime de çeki düzen vereyim. Buyur gel, çayın demini seversin sen, bir de ılık sessiz bir yağmur… Yağdıramamki. Hayırsız çıktım değil mi? Ben de bilmiyordum yolumun hayırsızlar semtine çıkacağını. Açsan dolapta bir kaç şey var. 7 zeytin 1 kibrit kutusu peynir, ezik 1 domates ve sallanan 3 jülyen dilim salata parçası… Mecaz değildi anlayacağın. Yoo gayet iyiyim son günlerde, sadece biraz kırgınlığım var. Üşüttüm herhalde… Uzun hırkayı al üstüne, senden kalanın sana geri gelme çabası değil mi? Yıkamadım evet kirli de değil merak etme. Hiç dokunmadım o gün bugündür. Sahi hangi gündeyiz. Kesin pazartesidir, yoksa böyle sendromlu uyanılmaz değil mi? Birazdan 12:20 treni geçer, al istersen bardağını eline. Hep korkardın, hep unuturdun. Alışkanlıklar ne tuhaf değil mi? Sen neler yapıyorsun, heyecandan unuttum sormayı. Kusuruma bakmayasın. Rıfkı da seni özlemişti. Bilseydi geleceğini açlığı göze alır kalırdı minderin temiz köşesinde. Hayır sıkılmıyorum yalnızlıktan, istesem kalabalık da olabilirim aslında. Hem yalnız da sayılmam. Penceremin kenarında, küçük dal parçasının üstünde bir çift kumrum, siyah tüylerine beyazları sıkıştıran Rıfkım, hırkam ve ben varız. Çoğuluz yani bu 20 metre karelik odada. Biraz daha otursaydın keşke, yine kaçırdık dimi treni. Uğurlamayı sevmem bilirsin, hırkayı üstüme örttüğün için teşekkür ederim…
Eftelya…
Git başımdan Eftelya. Küçük bir sessizlikten ibaret ayak izlerin. Zaten beni de böyle görmek istemezsin. Bir elimde yarısı içilmiş bir şişe şarap, diğer elimde ateşi parmaklarıma değmek üzere olan tütünüm, biraz ıslak. Tıpkı dudakların gibi. Git başımdan Eftelya. Bir hayaletten ibaret gölgen. Hem sevmezsin sen, saçım başım darmadağın. Üstümde uzun bir parka, sakalımda irili ufaklı karlı bir yolculuk. Tenin gibi soğuk. Git başımdan Eftelya. Çağırılmayan yere gelmezsin sen bilirim. Sana verebileceğim önümde açılmış kendini sofra bezi sanan, üstünde ikinci sayfaya düşmüş cinayet haberlerinden bir gazete üstünde eski kaşar peyniri az biraz da bayat leblebilerim. Burda benzetme yaparsam ayıp ederim, sırf saygımdan kifayetsiz cümlelerim. Git başımdan Eftelya. Bir yanık caz şarkısı gibi karışık duyguların. Bir masada oturmuyorum evet, bir bank yanı sana verebileceğim. Cam kenarlarına alışıktır uzun uzun saç tellerin. Ben Feridun değilim, sana gitme kal demeyeceğim. Cüzdanımın küçük bölmesinde bir resmin, dilimde ucu açık bir kelime dağarcığı. Git başımdan Eftelya……
Karabasan…
Bir çıtırtı var odamda. Kısık bir nefes alımı. Sokak ışığı duvarımda üzerinde ağaç dalları. Birileri konuşuyor kendi aralarında, fısıltılarını duyabiliyorum. Kıpırdayamıyor, karşılık veremiyorum. Dalların gölgesinin arasında bir silüet mi var yoksa dallar bir bedene mi dönüştü? Benzetemiyor, tanımıyorum. Tahta pencerem rüzgar alıyor olmalı, yoksa gölgenin nefesi mi ensemde hissettiğim. Bir kapı gıcırtısına hakim odamın içi, gelip gelmemekle kafası karışık bir iki adım. Kıpırdamalıyım biliyorum, öksürsem yetecek belki. Üstümde bi hafiflik var, pike mi çekiliyor, sen mi geriliyorsun? Bir kedi konuşuyor kendi kendine, beli bükülmüş gidemiyor belli. Aydınlanmalı gökyüzü hemen, şimdi, şu an… Korkmalı mıyım? Bir tür gölge oyunudur belki, tabiatın ses verdiği. Terim dökülüyor yanağımdan, yastığımın hemen dip köşesine. Parmağımı kıpırdatsam yetecek biliyorum, bedenimi artık hissetmiyorum. Uyandırmalısın beni, hala beni görüyor, hala okuyorsan…
Tango…
Rivayete göre gece 2 sularında o parke taşlı cadde de görülmüştü en son. Bedeni dar, boyu kısa sokak lambalarının bozulmaya yüz tutmuş saatleriydi henüz. Topuk sesi geldi önce kulaklara, ağır adımlar eşliğinde az sayıda olan kalabalık sağa doğru yönelttiler bakışlarını. Işıklar kapanmakla kapanmamak arasında kalmış olsa da seçebiliyorlardı elinde yanan sigarasının ateşini. Yaklaşık 29 topuk sesinden sonra gölge bir bedene dönüşüverdi. Sağ omuzu açık, sol tarafında derin yırtmacı, bir elinde sigarası, diğer elinde dudakları ile aynı renkten kırmızı şarabı. Kırmızı ile süslenmiş ayrıntılarına, siyah, iç gıcıklayıcı elbisesi eşlik ediyordu. Kaldırım da şapkası önünde sokak sanatçısı, sanatın paraya dönüştürülmemesi gerektiğini fark ettiği andı ve şapkasını başına takıp gitarında belirdi ona ait olan şarkı. “Carmen – Marcin”… Nerden geldiğini kimse bilmese de kimileri bir hayalden kimileri ise bir cinayetten geldiğini söylüyorlardı. Cinayet silahı yoktu evet ama bedeni de bir silahtan farksızdı. Sanatçının yanından geçerken durdu, göz ucuyla baktı gitara, elinde ki yarım kadehten bir yudum alıp onun yanına bıraktı. Yanındakilere kırmızı dudağından küçük bir çizik verip tek kaşını hafiften kaldırarak başı ile selam verdi. Herkes nefes almayı yeni yeni öğrenirken o olay mahallinden topuk sesleri eşliğinde uzaklaştı. Evet en son gece 2 sularında görülmüştü, nereden geldiği bilinmeyen, yeni bir cinayete giden…
