Tahayyül…

Güvertenin en sakin köşesinde bir iskemle. İskemlenin üstünde duran, nevi şahsına münhasır bir beden. Belki dilhun, belki düşünceli, belki umursamaz. İsmi cismi yok. İzlemekte denizin yosun tutmuş sakin yerlerini. Bir balıkçı teknesi geçmekte yanı başından. Ne tekneyi sürenin umurunda ne de teknenin. Belki de farkında bile değil etrafında olup bitenden. Münferit derlerdi eskiden, demek ki beden bulmuş hali diyorum sessizce. Beni görmesinin olanağı yok. Tam arkasındayım oysaki. Baktığı yerlere göz gezdiriyorum istemeden. Bir iskele, bir martı, bir yosun tutmuş kaya, hışırtısı denize karışan bir uçurtma, ipinde bileği kalmış bir çocuk, kuma vuran midye, balıkçı teknesi uzaklaşmış. Sonra gözlerimi arkasından izlediğim dilhun’a çeviriyorum. Rüzgar, ensesinde biriken saçlarını bile hareketlendiriyor. Belli ki soğuk, belli ki farkında değil, belli ki hissetmiyor. Sigarasını ikram etmiş rüzgara, bir o çekiyor, bir rüzgar… Aklıma okuduğum bir kitaptan bir cümle geliyor. Sahi ne demişti George Orwell abimiz 1984 adlı kitabında “İnsan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu belki de…” Anlamaya çalışıyorum… Anlayamıyorum… Saydam olan ruhumu rüzgara bırakıyorum. Bedenine karışıyor sis perdelerim. Beraber oturuyoruz. Uzunca susuyoruz, uzunca bakıyoruz, uzunca çekiyoruz aynı sigaradan ve artık anlıyorum. Fernando Pessoa’nın tarif ettiği kişiyiz biz. “Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum…”

Yorum bırakın