Kırık dökük bir tabure üstündeyim, bir türkü tutturmuş ki dilim sorma gitsin. Yavaş yağan bir kar manzarası eşliğinde ayağı aksak bir adam yürümekte. Derdi bir zigon sehpasında duran sigarasından ibaret. Unutmuş belli… Köhne salonun vermiş olduğu katran kokusu bulaşmış sağına soluna. Beklediği de gelmemiş, bekletmiş belli. Omuzlar hafiften çökük, iç cebine sıkıştırmak isterdi belki de umutlarını. Tek deliksiz cebinde ki şaraba kıyamadı belli. Zigondan çekiverdim unuttuğu paketi. İçinde bir tane kalmış olsa da gitmeli, yazık etmemeli kese kağıdından sarılı aşkına. Türküye de yazık oldu. Kar adımlarımıza eşlik eder gibi… Melodisi her çıtırtıda. Tipiye dönecek tipimiz kayacak yine belli. Aksaklığı içmesine engel. Belki dudağının kenarından süzülmekte bir kırmızı ışıltı. Sağımıza alıyoruz sahil boyunu, Cem abi yine köpürtmüş denizin üstünü belli. Sokak ışıkları altında, çerçeveden çıkmış iki adam, aralarında iki adım. Birşeyler mırıldanıyor belli. Ya bir şiir, ya bir sitem, ya bir dert. “Suyun kitapları olmalı, okumalı içindeki sakinliği. Kaçtır getirmiyorsun, karaya vurdurmuyorsun yosun tutmuş sevdalarımı. Yaş bir isme ermiş. Adını da unutturdu meret iyi mi? Yavaşça unutacağız zaten, dün olsaydı bilirdim. Kağıttan gemiyi vur artık sahile, yarınım ölüp yitmekte.” diye sayıklamalarına dayanamıyorum. Sigarasını uzatıyorum sol yanından… Yüzümde gezdiriyor gözlerini, bense sağında kalan son yudumuna bakınıyorum. “- İyi ki getirdin çocuk az kalsın yitiriyordum sevdalarımı.” “-Kemal.” “Kemal kim?” Yaşının erdiği isim.” “Bu ne saçma bir hikaye.” “-Gelişi Güzel.” “Kimin?” “Kemal’in”… Uzatıyorum bunları karaladığım kağıdı… “-İster ayağına sıkıştır, ister bir gemi yap kendine. Hava bozdu, şarap bitti, sigara söndü…”
