Boynuna asmış olduğu fular hafif hafif bırakıyordu kendini rüzgarın etkisine. Kot ceketini çıkartma gereksinimi duymadan izliyordu moda sahilini boş gözlerle. Hava gün batımına hakim. Sol kolunda takılı olan beyaz saatinin kadrajını hafifçe çevirdi çehresine. Bir hayali beklercesine bekledi aklında ki cümlelerle. Elinde bir iki yudum içilmiş malt’ı, önünden süzülen küçük bir martı… Göz ucuyla baktı çerçevesine giren çifte. İzledi bir kaç dakika. Kimbilir ne konuşuyorlardı aralarında, duyamadı. İzlediği manzaraya bakıyorlardı oysa, tek fark onlar umutlu… İkindi güneşi yeşil ojesinden, kahve tonlarında ki bol pantolonuna kadar inmişti artık. Akşam saatlerine yaklaşmıştı gökyüzü, hazırdı gerçi akşam olmasına. Güneş gözlüğünü hiç çıkartamadı… Ne olduğu belli olmayan 5 dallı bodur ağacın arkasında gizlenmişti bir çift daha. Duvarın hemen üstü, güneşin hemen arkasıydı adresleri. Kime sorsak gösterirlerdi, sormadığımız için görmedik. Cama yansıdı küçük bir ışık haznesi. Son kez dokundu tenine güneşin en kıvrımlı noktası. Gözlük fayda etmedi gözlerini saklamasına. Buğuluydu, tıpkı sesi gibi, tıpkı kendisi gibi… Saatler yakamozu gösteriyordu artık. Daha çok parlıyordu kordonu. Tekrar yavaşça çevirdi kadrajını çehresine. Saat onun için hep geçti, her dakikası, her saniyesi. Bir banka sığdırdı o küçük hayatı. Birazdan kalkacak, makyajını tazeleyecek, maskesini takacak ve arkadaşları ile buluşacaktı. Kimse sormayacaktı her zaman ki gibi, neredeydin diye ya da günün nasıl geçti denilmeyecekti. Yarım ağızlarına yaydıkları yapay mutlulukları eşliğinde yine bu gün çok güzelsin gibi süslü kelimelerle kadeh kaldıracak, sabahı selamlayacaklardı. O ise ikindi güneşinde kalacaktı, bir bank, bir malt, bir martı… Elinde öylesine duran, bir iki yudum içilmiş maltı sessizce bıraktı bankın üstüne. İhtiyacı olana bıraktı… O, sese, martı sessizliğe gitti… Birinin kanadı uçmaya birinin kanadı kırılmaya mahkumdu…
