Bir dağa küsesim geliyor. İrili ufaklı gölgesi bile olmayan bir dağa. Sonra oturuyorum yamacında beliren çınarının dibine. Soluk almak istiyor bedenim, sırtımı çeviriyorum yamacına. Bakmıyordur tarafıma belki ya da küçük çakıl taşları dökülüyordur bitki örtüsünden. Arkamı dönmeden anlatmak istiyorum olanı biteni, geleni ve içimde bir yerlerden gidenleri. Anlatamıyorum. Sessizliğime vuruyor çığlıklarım. İçimden geçenleri koyuyorum ceketimin kirli ceplerine. Göstermiyor, kıyamıyorum irili ufaklı kendini dağ gibi gösteren yamaca. Etrafı çevrili bir kara parçası değilim ben. Etrafı çevirmeye çalışan küçük bir su birikintisiyim. Sessizce yolunu bulmaya çalışan. Kayboldum. En derin rıhtımlarda kayboldum. En uçsuz sahralarda kayboldum. En mavi gökyüzünde kayboldum. En kalabalık yalnızlıklarda kayboldum. Sormadım birine yönümü, bakmadım saatimde bulunan pusulaya. Kuzey miyim? Güney miyim? Doğu Batı sentezi miyim bilemedim. Sırtımı acıtıyor çınar ağacının dökülmeye yüz tutmuş kabukları. Ne kadar hareket edersem bir çizik bırakıyor ardımda. Göremediğimi biliyor, kanadığını hissediyorum. Dökülmeye yüz tutmamış meğer kabuklar, sadece bulundukları bedenleri değiştiriyorlarmış. Allah’ım konuşsana benimle dediğimde bir koza düşüyor avucuma. Kanatlarını göremeyecek olan bir kelebek oluşuyor gözlerimin önünde. Her bir kanat çırpışı kurutuyor kaz ayaklarımı. O kanatlarını, ben sırtımı göremiyorum. Ben anlatıyorum o dinliyor. O dinliyor ben anlatıyorum. Bir günlük ömrü geliyor aklıma, susuyor dilim. Yavaşça doğruluyorum olduğum yerden. Bir hoşçakal’ı esirgiyorum ardımda bıraktıklarımdan. Ormanın içine doğru yöneliyorum. Yeşile kapanıyor gözlerim. Kelebeğin uçuşunu izliyorum. Bir dalda sürünürken, gökyüzünde kanat çırpışına şahitlik ediyorum. Ağaçlar kapatıyor yavaşça etrafımı, gitmemi istemiyorlar. Kabuklarıma değiyor bir söğüt yaprağı. Diniyor ağrısı, diniyor yorgunluklarım. Ve bir “Hoşbuldum” ile başlıyor yeni hikayem…
