Artık inmelisin ihtiyar, ayrılmalı yüzün cam kenarından. Biliyorum varacağın yere yine gidemedin. Yürümelisin yokuşu dik yamaçtan aşağıya doğru. Bak yukarı doğru gelmekte henüz ilk cemreleri düşenler. Kaybolursan eğer sorarsın izah ederler ya da onların kaybolmalarına müsade etmezsin yine. Yok mu bir sözün diyeceğim de konuşmayacaksın biliyorum. Uzunca bakındım arkasından. İrili, ufaklı gölgelerin arasından kimseye değmeden gidiyordu ihtiyar. Biraz daha ağır biraz daha ukdeli. Son cemresinin izi vardı hala 44 numaralı koltuktaki camının güneşi gören köşesinde. Her bir gölge dokundu omuzundan arta kalanlara. Susmuştu bir kere. Kapatmıştı yüreğinin kapılarını. Boş kaldı 44 numaralı koltuk. Artık bir nokta gibi görünüyordu yamacın aşağısında. Nefes alışverişini hissedebiliyordum. Arkasını döndü son kez. Bakındı onca zamandır yürümeye çalıştığı, onu yoran o patika yola. Ne çakıl taşları ne küçük dağlar kesmişti derisini. Her bir iz her bir anı dercesine tebessüm etti. Son ter damlası değmemişti ki toprağa, küçük bir gölge çekiştirdi ceketini. “Çıkamam ben bu yolu tek başıma, ellerim küçük benim” cümlesi çıkmıştı ağzından. Kocaman gözleri ile bir cevap bekledi hiç konuşmayandan. Bir yola bir ondan cevap bekleyen iki çift göze baktı. Yine konuşmadı. Tam eğmişti ki başını o küçük gölge, bakındığı yerde ona uzanan eli gördü. Usul usul yola koyuldular, biri konuştu biri dinledi. Biri gösterdi biri izledi. Biri düştü biri kaldırdı. Tekrar otobüse gelmişlerdi artık. Tuttuğu eli, boş bıraktığı 44 numaralı cam kenarına kadar getirdi konuşmayan. Biri oturdu biri oturmadı. “Kalamaz mı” diye bu defa da bana yöneltti o gözlerini. Biri sordu biri cevapladı… “İlk cemresin sen, gökyüzü seni bekler. Ben ise son cemreyim…Şimdi güneşi sen açtıracak, çiçeklere sen eşlik edeceksin. Süsle cam kenarlarımı, papatyalar, laleler olsun her bir elinde.” dedi konuşmayan. Yarım kalan tebessümünü aldı yanına. Artık ne bir gölge ne bir cam kenarı, aklında ki fısıltılar eşliğinde…
